Makaleler

PARİS’TEN TUNUS’A, KAHİRE’DEN AMED’E “OLANAKSIZ” BİR YOL!

“Tuhaf şeydir. Emekçilerin kurtuluşu üzerindeki son altmış yılın bütün cafcaflı söylevlerine ve tüm engin yazınına karşın, işçiler nerede olursa olsun, kendi öz davalarını ele almaya görsünler; sanki kapitalist toplum, daha tüm çelişkileri gelişmemiş, daha tüm yalanları ortaya çıkmamış, daha pis gerçekliği gözler önüne serilmemiş de, henüz bakir suçsuzluğunun en arı durumu içinde bulunuyormuş gibi, sermaye ve ücretli kölelik gibi iki kutbu (toprak sahibi artık kapitalistin komandit ortağından başka bir şey değildir) ile birlikteki güncel toplum sözcülerinin tüm savunumlu lafazanlıklarının gürlediği hemen duyulur. Komün, diye haykırırlar, tüm uygarlığın temeli olan mülkiyeti kaldırmak istiyor.

Evet baylar, Komün, büyük bir yığının emeğini birkaç kişinin zenginliği durumuna getiren bu sınıf mülkiyetini kaldırmak istiyordu. Mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesini amaçlıyordu. Üretim araçlarını, bugün özsel olarak emeğin köleleştirme ve sömürü araçları olan toprağı ve sermayeyi, özgür ve ortaklaşma bir çalışmanın aletleri durumuna dönüştürerek, bireysel mülkiyeti bir gerçeklik yapmak istiyordu. Ama komünizmdir bu, o ‘olanaksız’ komünizm!” (K. Marks, Fransa’da İç Savaş; Marks-Engels, Seçme Yapıtlar 2, sf. 268, Sol yay.)

“Olanaksız” komünizm yolunda göğü fethe çıkan Parislilerin Komünü üzerinden tam 140 yıl geçti. Onun açtığı koridorda, Rusya ve Çin başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında gerçekleşen devrimlerle, kurtuluş hareketleri ve direnişlerle yol alan insanlık; elde ettiği büyük birikim, deneyim ve kazanımlarla, kendi kaderine hükmetme kudretini güçlendirmiş, kurtuluş yolunu kısaltmış bulunuyor. İki asrı aşkın süredir burjuvazinin sultası altında yağmalanan ve talan edilen, yakılan ve kavrulan, aynı zamanda bütün varlıklarıyla hızla felakete doğru sürüklenen dünyanın kurtarılma davasının; başka bir deyişle, sınıf mücadelesinin, sonsuz özveriler sergilenmeksizin, amansız savaşlar verilmeksizin, büyük bedeller ödenmeksizin gerçekleşme şansı bulunmuyor.

Paris Komünü, bütün vasıfları ve derslerinin önünde ve her şeyden önce, ölümü hiçe sayan bir cesaretin, büyük bir öfke ve isyanın, azmin ve iradenin ürünü olarak doğmuş ve gelişme kaydetmiştir. Onu kısa sayılabilecek ömrü ve “yenilgisine” karşın komünizme giden yolda kilometre taşı yapan, bütün savaşların merkezinde ilham kaynağı olarak yaşatan bu ruhun kaynağı, elbette ki proletaryanın misyonu ve gölgesini düşürdüğü ideolojisidir. 

Bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da fırtınalar yaratan isyan dalgasının neferlerini, yalnız onun değil dünyanın bütün direniş ve mücadele alanlarında kavga yürüten emekçi ve ezilenleri Paris komünarları ile buluşturan temel gerçeklik, mülksüzleştirilme olgusudur; mülkiyetin bir avuç burjuvaya mı bütün topluma mı ait olacağı meselesidir. Proleter sınıfın bu kavganın merkezinde yer alması ve önderlik yapabilme kabiliyetinin, misyon ve işlevinin belirleyiciliği ise, bu cephe içerisindeki yalın pozisyonundan, üretimdeki yerinden ötürüdür. 

Kin ve öfkeyi isyana, isyanı devrime, devrimi de istikrarlı bir devrimler dizisine çevirecek olan faktörün sınıfsal bir irade olduğu, bir bilincin/teorinin devreye girmesi gerektiği noktada ete kemiğe bürünecek ve kendisini gerçek ağırlığıyla hissettirecek proletaryanın; öncüye, örgüte ihtiyacı olduğu muhakkaktır. Bunun kendiliğinden yaratılamayacağı, gelişen nüvelerin sittinsene olgunlaşamayacağı gerçeği; nesnel sürece, sınıfsal olgulara temel oluşturan her türlü devinime ihtiyaç duyar ki hem bunu etkilemek/tetiklemek hem de buna göre konumlanmak gibi bir misyondan söz etmek gerekir.

Bu misyonun gereği, egemen sömürücü sınıfların iktidarına yönelik hareket içerisinde bulunan, ezilen sınıf ve ulusların bütün canlı ve etkin unsurlarıyla buluşmaktır. İktidarı hedefleyen devrimi geliştirecek, güçlendirecek ve doğru rotada etkili kılacak dinamizm bu sayede kuvvet kazanacaktır. Nesnel olguların gerçekliğini devrimci kılan bu faktör ihmal edildiği takdirde hem potansiyelin harcanması hem de karşı-devrimin –geçici de olsa- bağışıklığı söz konusu olacaktır ki, erteleme sarmalı içerisinde dönüp durmanın doğurduğu kaostan, insanlığın payına düşen zarar ve ziyana ortak olma hali söz konusudur.

Tarafsızlık ya da arı bir konumlanış adına hareket etmek, özellikle de hareketin, eylemin ve çatışmanın bulunduğu bir zeminde hiç şüphe yok ki en iyimser ifadeyle dolaylı biçimde saf tutmaktır. İki gerici sınıf ya da kamp arasında tercihte bulunup bulunmamaya benzemeyen bu nesnel gerçekliğin, üstelik de uzak ve doğrudan ilgisi bulunmayan bir hususa yönelik tercihle alakası olmadığı durumda, sorun, devrimci politikanın ta kendisi haline gelmiştir ve buna gözleri kapamanın ve kayıtsız kalmanın kabul edilebilir hiçbir yönü yoktur. Bu yüzden ister işgal isterse de bir iç olgunun ürünü olarak gündeme gelsin, ulusal sorunun ürünü tüm kurtuluş hareketleri, gerici rejimin varlık temellerini sarsan ve sorgulayan sonuçlar doğurmaktadır. Sorunun nesnel olarak kapladığı yeri tayin eden; kaydettiği gelişmeye paralel biçimde bütün çelişki ve çatışma alanlarını kesen ve etkileyen boyutu, durumu daha nazik/hassas hale getirir ki kayıtlı ya da kayıtsız olmanın devrimle dolaysız etkisi ortaya çıkmış demektir.

Ülkemizdeki Kürt sorunu, dünya devrim deneylerinin özellikle son yarım yüzyıl içerisinde sahne alan örneklerine de yansıyan, “bölgesel” pozisyonun etki gücü bağlamında, yüklü ve ağırlıklı bir konum sahibidir. Bölgenin kendi çapında hangi parametrelerle ifade edildiği ve emperyalist-kapitalist dünya için nasıl bir yer işgal ettiği ortadadır. Bu kesişme çerçevesinde biriken enerjinin etki alanı çok daha geniştir ve bunu okumanın en iyi yolu karşı-devrim cephesinin ilgi derecesi olmalıdır. Türkiye’deki Kürt sorununu uluslararası çapta bu denli “popüler” kılan, aktörlerini çoğaltan ve sürekli aktif halde tutan da budur. Meseleyi bu ölçekte ele almayan politikaların, esamisi okunmayacağı gibi, yedeklenmesinden söz edilmelidir. Ulusal soruna yönelik politikaları bir çırpıda kuyrukçuluk ya da tabi olma şeklinde yorumlayanların yükselttiği sosyal-şovenizm bayrağının rengi, tam da bu nedenle ne yazık ki beyazdır.

Başta ustalarımız olmak üzere, tarihin değişik süreçlerinde ve elbette bugün de komünistlerin, çeşitli ezilen halk ve ulus hareketlerine sınırsız, ölçüsüz ve mesafesiz bir desteği söz konusu değildir. Desteklenecek özün demokratik içeriği, ezen sınıf ve uluslara yönelik karakterden kaynaklanmaktadır ki bunu açığa çıkaran en önemli husus, sistemin ana mekanizmasıyla, sermayenin işleme ve hareket kabiliyetine yönelmesidir. Bu, “pazar sorunu” bağlamında da, erkin bölüşülmesi açısından da böyledir. İmha ve inkâr olarak nitelendirdiğimiz politikanın “korumaya” aldığı/çalıştığı ezen sınıfların çıkarlarıdır; sermayenin bu sınırları da aşan boyutlar taşıyan varlığının ta kendisidir.

Demokratik temelde ileri sürülen bütün taleplere, ulusal vurgulu her tanımlamaya “ulus yaratma” gerekçesi ile karşı konulması ve bin bir tezgâh ve yöntemle direnilmesinin temelinde, rejimde çatlak ve sızıntı oluşturacak bütün girişimleri engelleme çabası vardır. Ezilen ulusun mücadelesini güçlendirecek her adımın, oluşacak her gediğin mevzi kaybı olduğu, bunun uzun erimde doğuracağı sonuçlarla birlikte yıkıma gidecek yolda koşulları etkileyeceği bilinmektedir. Durumun egemen sınıflar bakımından neden “iktidar” sorunu olarak algılandığı yeterince açıktır. Ulusal Hareket’in bu yönde stratejik bir hat oluşturmaması (ya da vazgeçmesi) durumu tersine çevirmemektedir. Kimi süreçlerin hangi yönde akacağını belirleyecek olan, ona önderlik etmeye çalışanlardan öte o harekete can verenlerdir. Kitlelerin bu pozisyonunu bilmeyen ya da ihmal edenler sürekli sürprizlerle karşılaşmaya mahkûm olmuşlardır. 

Gerici ve faşist devletlerin yapısal harcı olan ideolojinin belkemiği milliyetçiliktir, ırkçılıktır, şovenizmdir. Sürekli tazelenen bu kanın azalması ya da zehirlenmesi her şeyin sonudur. Bu harçla karılan devlet yapısı okullardan fabrikalara, çarşıdan pazara bu realitenin üzerine oturmuştur. Bu esasları zedeleyecek her türlü tasarrufa karşı tümünün yekvücut direnmesi ve büyük bir hışımla ayağa kalkması rastlantı olamaz. Kırmızı çizgilerin en kalın halkasını Kürt sorunun oluşturması boşuna değildir. O yüzden Tayyip Erdoğan sürekli “tek tek” diye kekelemekte, Abdullah Gül, “tepkimiz çok sert olur” diye efelenmektedir. O nedenle Kılıçdaroğlu, “Hiç kimse silahlı kuvvetlerimize silah bıraksın diyemez. Silah askerin namusudur. O silah demokrasi ve özgürlükler için kullanılır”. (25.01.11) demekte; gerillanın silah bırakmasını istemenin aslında “namus” /varlık sorununa tekabül ettiğini bilenlerin hangi taleple hareket ettikleri açığa vurulmuş olmaktadır…

Bu hassasiyet, kırmızı hattı güçlendirmek ve barikata sürekli yığınak yapmak “korku”nun eseridir; rejimlerini tehdit eden durum son derece ciddidir. “Bunların neresi sivil?” diyen Tayyip’in hükümet ettiği rejimin, jandarmanın 6 ilde bulunan TEM (terörle mücadele) yapılanmasını 81 ile çıkarması, 150 binlik “özel ordu” planlaması boşuna değildir. Silahlanma sıralamasında 2008’den 2009’a dünya çapında 13. lükten 10.luğa tırmanmanın sebebi de budur. Ama silahlanmak da yetmemekte, önlemler her yönlü geliştirilmeye çalışılmaktadır: “Kamuoyu yoklamalarıyla halkın nabzının an be an tutulması, çocukların terör konulu eğitim faaliyetleriyle bilinçlendirilmesi, camilerin ve din adamlarının terörle mücadelede bilinçlendirme çalışmalarına etkin katılımının sağlanması ve terör örgütüne karşı kooperatifler kurulması…” (24.02.11 tarihli MGK toplantısında karar altına alınan 121019 sayılı Terörle Mücadele Strateji Belgesi’nden)

TC’nin görünen yüzündeki asıl yönetici organı MGK’nın içinde bulunduğumuz sürece yönelik “yol haritası”nı Kürt sorununu eksen alarak hazırlamasının, bu dönemin ilk önemli/kritik platformu olan seçimler bakımından taşıdığı anlam bellidir. Doğru politika, gerçeklere yaslanmak suretiyle ve onun üzerinden çıkış yapabilme koşullarını kazanma çabasıyla hayatiyet kazanır ki, böylelikle, artan biçimde geliştirilen saldırıları göğüslemek için güç birliği yaratılacak ve ileriye doğru hamle yapabilme şansına kavuşulabilecektir. Komün’ün 140 yıldır aydınlık saçan ateşi ve mutlaka gerçeklik kazanacak “hayali”, Tunus’tan Kahire’ye, Amed’den Dersim’e dağlarda ve meydanlarda yaşamakta, yaşatılmaktadır. 1 Mayıs 2011 bu ruhu ortaya koymalı, bunun coşkusuyla kavga ve isyan şiarlarımızı haykırmalıdır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu