GüncelMakaleler

Bir Partizan yazdı | Muktedirin savaşına karşı ezilenlerin barışını savunmak!

Barış ifadesi, kavramı ve mücadelesi devletin savaş dili ve uygulamaları karşısında adeta bir dalga kıran olarak görüldü muktedirler tarafından. Geniş yığınlar üzerindeki etkisi bağlamında barışı savunmak, iktidar için politikalarına sokulan bir çomak olarak görüldü.

1 Eylül dünya barış günü kadrajına girdiğimiz şu günlerde, bir kez daha barış ve savaş diyalektiği üzerine düşünmek bir ihtiyaç. Zira, coğrafyamızın içine sürüklendiği siyasal ve toplumsal gerçeklik bunu zorunlu kılıyor. Buna geçmeden önce bugünkü duruma dair çok genel bir fotoğraf çekmek yerinde olacaktır.

2002 yılında hükümet olduğu ilk dönemlerinde görece liberal, askeri vesayete karşı, tüm toplumu kucaklamaya eğilimli bir parti görüntüsü çizen AKP, zaman içinde bu yaklaşımını terk etti. Sonrasında yaşananlar AKP’nin geniş kesimler nezdinde bir meşruluk sağlamak, tabanla bağlarını geliştirmek ve kadrolaşmak başka bir ifade ile adım adım devleti ele geçirmek adına bu stratejiyi izlediğini gösterdi. En azından yolun başında AKP’ye yakın duran ve söylemlerinden etkilenen önemli bir kesim açısından bu gerçek ancak söz konusu sürecin sonunda fark edilebildi.

Nihayetinde iktidara giden yolda ihtiyaç hasıl oldukça Gülen cemaati ile yol yüründü. Ne zamanki “bir ipte iki cambaz oynamaz” hale geldi işte tam orada kılıçlar çekildi, kardeş kavgası başladı.

Kuşkusuz bu yaşananların tam bir tasvirini içeren bir tahlil değil. Sürecin özellikle de Ortadoğu’daki dengeler bağlamında emperyalistlerin müdahaleleri ve ihtiyaçları temelinde üretilen politikalar ekseninde yol aldığını söylemek mümkün.

Yine de biz fotoğrafın en kaba haline bakmaya devam edelim.

17-25 Aralıkla başlayan kardeşlerin bu tahta kavgası nihayetinde 15 Temmuzda artık bir ölüm kalım mücadelesine dönüştü. Artık bu diyarda iki kardeşten birinin gitmesinin zamanı gelmişti. Ne olduğunu hep birlikte gördük ve yasadık. AKP iktidarı, 15 Temmuz darbe girişimi sürecini “Allah’ın bir lütfu”na dönüştürüp, kriz fırsat dengesinde zirveleri gördü.

Sonuç, AKP iktidarının 12 Eylülü kat be kat aşan vahşi bir saldırganlık furyasıyla iktidarını adım adım kurumsallaştırması bununla da yetinmeyip egemenlerin 30 yıldır özlemini duydukları başkanlık rejimini yaşama geçirmesi oldu.

Elbette tüm bunlar 15 Temmuzdan sonra ilan edilen OHAL altında vahşi bir devlet terörü, baskı, şiddet, gözaltı ve tutuklamalar ile buna eşlik eden siyasi ve askeri operasyonlarla yürütüldü.

Başta devrimci ve yurtsever, ilerici güçler olmak üzere AKP iktidarının politikalarına itaat etmeyen kim varsa hedef tahtasına konuldu, vatan haini ilan edildi, katli vacip görüldü. Toplum, AKP-MHP ittifakıyla iyice perçinlenen İslamcı-Türkçü paradigmanın mengenesine alındı.

Bir yandan dinci gericilik diğer yandan ırkçılık ve şovenizm toplumun hücrelerine şırınga edildi.

Kuşkusuz tüm bunlar 2002’den bugüne siyasetin ana ekseni olarak ele alınan kutuplaştırma ve düşmanlaştırma stratejik yaklaşımı üzerine oturtuldu.

Barış diyenler hedefte  

Bir kere söz konusu paradigma esas alındıktan sonra Türk etnik kökeni ve Sünni inancı dışında kalan tüm toplumsal kesimler düşman parantezine alındı.

Böylece AKP-MHP ittifakı, iktidarlarının toplumsal dayanağı olan kesimleri giderek kamplaştırıp kemikleştirdi ve onları ötekilere karşı mobilize etti.

Bu atmosfer içinde “vatan-millet-sakarya”, “ikinci kurtuluş savaşı” söylemleriyle ideolojik olarak teslim alınan ve korkutulan yığınlarda ne mevcut sömürü çarkını ne de iktidarı sorgulayacak bir takat bırakılmadı.

Elbette bahsini ettiğimiz tüm bu aksiyomların yaşamda karşılık bulmasının temel kaldıraçlarından biri de, sürekli bir şekilde en üst perdeden deklere edilen savaş dili ve söylemi oldu.

Bu konuda oldukça yetenekli ve birikimli bir lidere sahip olan AKP’nin yanına MHP’yi de almasıyla, her grup konuşmasında, toplu açılış töreninde savaş boruları çalınmaya başlandı.

Sanki her an “aziz vatan toprağı” saldırıya uğrayacak, sabah İstanbul boğazında “Yunan”ın firkateynleri ile karşı karşıya kalınacaktı.

Kuşkusuz en büyük kabus içerden geliyordu. Dış güçlerin ‘maşası’ olan bin yıllık kardeşler hançeri saplamak üzere harekete geçmişti.

Bu savaş dili, söylemi ve buna kaynaklık eden politikalarla Türk hakim sınıfları, her türlü demokratik hak ve özgürlük talebine, eşitlik mücadelesine vahşice saldırdı. Esaslı savaşı, işçi sınıfı ve emekçilere, ezilenlere açtı.

Tamda bu resim içinde muktedirin savaşı, çıkarını korumak ve yığınları manipüle etmek için temel eksen haline getirdiği bir dönemde, barış talebi hak ve özgürlük mücadelesinin bir parçası haline geldi.

Hatırlayalım, Barış için imza atan binlerce akademisyen işten çıkarıldı. Efrin’e yönelik işgal operasyonlarına karşı “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyerek barış isteyen tabipler gece yarısı evleri basılarak gözaltına alındı.

Barış ifadesi, kavramı ve mücadelesi, devletin savaş dili ve uygulamaları karşısında adeta bir dalga kıran olarak görüldü muktedirler tarafından. Geniş yığınlar üzerindeki etkisi bağlamında barışı savunmak, iktidar için politikalarına sokulan bir çomak olarak görüldü.

Efrin işgali sırasında Boğaziçi Üniversitesinde “İşgalin ve katliamın lokumu olmaz” diyen öğrencilerin yığınlar üzerindeki etkisini, yarattığı havayı hatırlayalım.

Devletin buna yanıtını da…

Ya da 24 Haziran sonrasında dolar kurunda yaşanan ve artık ötelenemeyen ekonomik krizin kapıyı vurduğu koşullarda iktidarın ‘ekonomik savaş’ ifadesi bu yaklaşımın bir devamı niteliğindedir.

Barış için mücadele, Özgürlük ve demokrasi için mücadeledir!

Varlığını kurulduğu günden bu yana ezilenlere, emekçilere karşı dizginsiz bir sömürü, yağma ve talan üzerinde inşa eden TC devletinin savaştan başka şansı olduğunu kimi iddia edebilir?

Açık ki savaşın gerçek karşılığı devrimci savaştır ve bu da bugün farklı şekiller altında yürümektedir.

Ne var ki geniş yığınlar söz konusu olduğunda savaş-barış diyalektiğinde doğru bir söylem geliştirmek ve politika üretmekte zorunludur.

Gelinen aşamada barışı savunmak, onun için mücadele etmek iktidarın sabah- akşam, savaş borularıyla yatıp kalktığı bir iklimde özgürlük mücadelesi yürütmek demektir.

Zira, sadece barış demek bile bugün saldırının, gözaltı ve tutuklamaların hedefi haline gelmek için yeterlidir.

Ceberut devletin savaş arabasının dişlilerini kırmak demektir.

Onun geri cephesini zayıflatmak, ideolojik temelde lojistik desteğini azaltmak, moralini bozmaktır.

Barış diyenlere yönelik saldırganlığın nedeni budur!

Açık ki işçi sınıfı ve ezilenler, tüm toplumun refah ve barış içinde yaşadığı bir dünyayı sürdürebilecek ve de kurabilecek tek güçtür.

Onlar savaştan değil barıştan ve çözümden yanadır.

Ne var ki ürettikleri ve yarattıkları her şeyi zorla gasp ederek el koyan zalimler onları savaşa zorlamaktadır.

İşte barış demek, barışı savunmak bugün bu savaşın bir başka biçimi haline gelmiştir.

Evet bir kez daha haykırıyoruz, eşitlikten özgürlükten ve de barıştan vazgeçmeyeceğiz.

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu