GüncelMakaleler

ANALİZ | Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih!;“Arkasında Çöller Bırakan” Bir Uygarlık

Emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelinen aşamada kapitalizm sadece toprağı mahvetmekle kalmıyor, bir bütün gezegeni toptan yok oluşa sürüklüyor.

Kapitalist emperyalist sistemin sömürü ve aşırı kâr hırsına dayanan yapısının doğrudan sonucu olarak kuvveden fiile geçen doğa ve çevre üzerindeki yıkıcı etkisi, ekolojiye dair tartışmaları artırdı. En genel anlamıyla “kapitalist sistemle-ekolojik sistem arasındaki çelişki” olarak tanımlayabileceğimiz bu durum, son yıllarda hem dünya çapında hem de ülkemizde yaşanan gelişmelerle birlikte daha bir güncel hal aldı.

Dünya çapında başta fosil yakıt tüketimi olmak üzere, kapitalist üretimin doğrudan sonucu olarak aşırı karbon salımı gibi nedenlerin yarattığı küresel ısınmanın, iklim değişikliklerine neden olmasının yanında örneğin kapitalizmin aşırı kâr hırsı ve sömürüsünün doğaya yönelik artan talanının yaban hayatı ve canlılarıyla doğrudan teması, beraberinde insanlığın koronavirüs salgını gibi “yeni” tehditlere maruz kalmasını getirdi.

Halihazırda dünya çapında beş milyondan fazla insanın ölümüne neden olan koronavirüs salgını, insanlığın bir krizi olarak propaganda edilse de gerçekte kapitalist sistemin krizidir. Koronavirüs salgını, emperyalist kapitalist sistemin bu krizini daha da derinleştirmiş durumdadır.

Emperyalist kapitalist sistem, koronovirüs salgınını kendi krizini aşmak ve özellikle kitle hareketlerini baskılamak açısından, “salgın önlemleri gerekçesiyle” yeni yasak ve kısıtlamalar devreye soktu. Bu durum kitlelerde sisteme yönelik öfke ve tepkinin daha da artmasına neden oldu. Dünya çapında hakim sınıfların salgın gerekçesiyle uygulamaya koyduğu önlemler bir yandan özellikle ırkçı-faşist parti ve hareketlerin güçlenmesinin zeminini oluştururken diğer yandan bu durum dünya çapında çevre ve ekolojiye yönelik ilgiyi artırdı yeni tartışmaları gündeme getirdi.

Sadece koronavirüs salgınının yıkıcı etkisi değil örneğin ülkemizde yaşanan sel baskınları ya da orman yangınlarında veya Marmara Denizi’nde yaşanan çevre kirliliğinin “doğal” ürünü olarak müsilaj örneğinde olduğu gibi somut felaketlerin yaşanması, özellikle ilerici kitlelerde önemli bir sorgulamaya neden oldu.

Öte yandan komprador kapitalist şirketlerin maden arama, taş ocağı, HES yapımı vb. gibi doğrudan çevreyi etkileyen rant ve talanı beraberinde köylülerin yaşam alanlarını korumak için örgütlediği direniş ve mücadelelerini getirdi. Bu gelişmeler ülkemizde çevre ve ekolojik sorunlara ilgiyi artırdı. Yeni tartışma ve değerlendirmelere neden oldu.

Kapitalizmin temel çelişkisi (emek-sermaye çelişkisi) yapısal krizi derinleştirmeye devam ederken, kapitalist sermaye birikim sürecinin sınırsız genişleme, “kâr makinesinin” emeği ve doğayı sınırsız tüketme eğilimiyle doğanın kendini yenileme kapasitesi arasındaki çelişki de son on yıllarda giderek keskinleşmiştir. Çelişkinin keskinleşmesinde kapitalizmin kendi krizini aşmak için devreye koyduğu neo-liberal politikalar etkilidir. “Bu ikinci çelişki, yaklaşık yarım yüzyıldır giderek sertleşti. Nihayet son on yıl içinde, ‘uygarlık yok edici’ (extinction level) bir krize yol açtı. Bu iki çelişki şimdi birbirini etkiliyor ve enerjisini bu etkileşimden alan bir kısırdöngü içinde derinleşiyorlar.” (Ergin Yıldızoğlu, 8 Kasım 2021, Cumhuriyet)

Koronavirüs salgını sürerken, bu salgının esas olarak işçi sınıfı ve ezilen dünya halklarını “vurduğu” ve bu anlamıyla her şeyde olduğu gibi salgının da sınıfsal olduğu daha görünür oldu. Üstelik emperyalist kapitalist ülkelerle, dünyanın geri bıraktırılmış, sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal ülkeleri arasında var olan eşitsizlik, salgında daha belirgin ortaya çıktı. Ezilen halkların salgına karşı geliştirilen aşılara ulaşamaması, bu ülkelerde daha yıkıcı sonuçlar yaşanmasına yol açtı.

Ezilen dünya halklarının aşıya ulaşamaması beraberinde bu ülkelerde virüsün yeni varyantlarının ortaya çıkmasına; bu da yeni varyantlarla birlikte salgın etkisinin sürmesine yol açtı. Kapitalist emperyalist sistemin eşitsizlik üzerine kurulu yapısı aşı gerçeğinde de yaşandı. “Aşı eşitsizliği” ezilen halk ve sınıfların virüs salgını karşısında korumasız bırakılmasını doğurdu.

Emperyalist kapitalist devletlerin aşı patentini kamusal alana açmaması beraberinde aşılama yapılmayan bölgelerde virüsün yeni varyantlarla ortaya çıkmasını ve bu yeni varyantlarında salgının etkisini devam ettirmesine yol açtığını ifade etmek gerekir. Üstelik bu yeni varyantlar nedeniyle virüs salgını dönüp yeniden emperyalist kapitalist ülkelerdeki “aşılı” insanları da etkilemektedir. “Bunlara ek, aşıların ‘kâr-makinesi’ tarafından belirlenen fiyatları, önce zengin ülkelerin aşılanmasına, hatta aşının buralarda stoklanmasına yol açıyor. Tüm insanlık aynı anda aşılanamadığından, virüsün yayılma, hasta bünyelerde uzun süre kalarak bulaşma hızını, aşıya direncini artıracak mutasyonların gerçekleşme olasılığını artırıyor. Omicron varyantı, kapitalizmin zoonetik krizinin hız kesmeden devam ettiğini gösteriyor.” (Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalizmin Patojenik Krizi”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2021, s.11)

Kısacası koronovirüs salgını bir kez daha emperyalist kapitalist sistemin aşırı kâr ve sömürüye dayalı gerçek yüzünü göstermenin yanında, ekonomik krizi de derinleştirmiş durumdadır. Emperyalist kapitalist sistem, 2008 yılında başlayan krizini atlamamış, salgınla birlikte kriz daha da derinleşmiştir. Salgın, emperyalist kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin yanında “kapitalist sistemle-ekolojik sistem arasındaki çelişki”nin de başlıca çelişkiler içinde ele alınması gerektiğini göstermiş durumdadır.

Üstelik bu iki çelişki birbirini etkilemekte ve derinleştirmektedir. Dolayısıyla en genel anlamıyla bir sınıf mücadelesinden bahsedilecekse, bu mücadele içinde “çevre mücadelesi” de olmak zorundadır. Çünkü emperyalist kapitalist sistemin ekolojik yıkımına karşı mücadele edilmezse, ortada sınıf mücadelesi yürütülecek bir gezegen kalmayacaktır. Dünya emperyalist-kapitalist sistemin aşırı kâr hırsı ve sömürüsünün sonucu olarak kelimenin gerçek anlamıyla tam bir yok oluşa sürüklenmektedir.

Bu yok oluşa karşı, sınıf mücadelesi perspektifinden kopmadan mücadele etmek devrimci görevlerdendir.

Ustaların ekoloji mücadelesine bakışı

Genel olarak MLM’lerin “kapitalist sistemle-ekolojik sistem arasındaki çelişki”ye dair duyarsız kaldıkları, en kaba haliyle bu çelişkinin de tıpkı diğer başlıca çelişkiler gibi, “emek sermaye çelişkisi”ne kurban edildiği eleştirileri yapılır. Bu eleştiri bir yanıyla doğru olmakla birlikte eksiktir. Evet MLM’ler uzunca bir süre bu çelişkiyi önemsememişler, başlıca çelişkilerden biri olarak ifade etmemişlerdir. Ancak bu durum, çelişkiyi görmezden geldikleri ya da yok saydıkları anlamına da gelmemektedir.

Örneğin Karl Marks, Alman Tarım Bilimci Carl Fraas’ın çalışmalarını takip eder. Onun hakkında Engels’e yazdığı bir mektupta, “bilinçli olmayan bir sosyalist eğilim” saptadığını ifade eder. Marks, C.Fraas’ta, insan etkinliğinin bir sonucu olarak yüzyıllık aralıklarla lokal iklim değişimlerine yönelik ayrıntılı açıklamalar bulur. Ve Fraas’tan edindiği bilgileri “uygarlık, arkasında çöller bırakıyor” şeklinde not eder. (Volker Külow’dan aktaran Gazi Ateş. Gazi Ateş ayrıca makalesinin dipnotunda Japon Araştırmacı Kohei Saito’nun “Doğa Sermayeye Karşı” adlı kitabına atıfta bulunur. Marks’ın doğa bilimsel incelemelerini büyük bir titizlikle irdeleyen Saito’ya göre, “ekolojik boyut, Marks’ın düşüncesine içkin bir unsurdur”. Görülen o ki ekolojik sorunun anlamı Marks’ta giderek büyümekteydi. Saito’nun çalışmalarından çıkarttığı sonuca göre “Marks, Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini tamamlama fırsatı olsaydı, ekolojik kriz sorununu olduğundan da fazla kapitalizmin merkezi bir çelişkisi olarak öne çıkarırdı” saptamasında bulunmaktadır. Kaynak: https://www.evrensel.net/haber/404748/marx-ve-ekoloji-devasiz-bir-yarilma)

Gerek Marks’ın eserlerinde ve gerekse de F.Engels’in örneğin Doğanın Diyalektiği üzerine çalışmalarında, kapitalist üretim ilişkilerini incelerken aynı zamanda bu üretim tarzının doğaya ve çevreye etkileri üzerinde durduklarını biliyoruz. Dahası Marks’ın “Ekoloji Defterleri” çalışmasından anlıyoruz ki ekolojik problemler ve ekolojinin politik ekonomisi K.Marks’ın teorisinde sanıldığından daha önemli bir yerde durmaktadır.

Yine Volker Külow tarafından kaleme alınan ve 5 Mayıs 2020 tarihli Junge Welt gazetesinde yayımlanan makalede; Marks’ın 1864-1868 yılları arasında okuduğu ve notlar aldığı kitaplardan hareketle, Marks’ın çevre ve iklim sorunlarına özel bir ilgi gösterdiği ifade edilmektedir. (Gazi Ateş, adgy)

SSCB’de ise ekoloji sorunlarına dair belli bir yaklaşım geliştirilmeye çalışıldığını biliyoruz. SSCB ekolojisi üzerine çalışmalar yapan Douglas Weiner’den, Ekim Devrimi önderi Lenin’in Çevre Bilimci Vladimir Sukaçev’in ekoloji ve çevre korumacı bir perspektiften yazdığı bir kitabı incelediğini ve Ekim Devrimi sonrasında Halkın Eğitim Komiserliği’nin sorumluluğuna getirilen Lunaçarski’ye çevre bilincinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması ve çevre koruması konusunda görev verdiğini öğreniyoruz. Nitekim Eğitim Komiserliği, 1924’te kurulan Tüm Rusya Çevre Koruma Topluluğu ile ekolojik rezervlerin koruma altına alınmasını örgütleyecektir. Sovyet ekoloji hareketi kısa bir süre içinde Vladimir Vernadskiy ve Aleksandr Oparin gibi doğa bilimcilerin çalışmalarıyla geliştirildiğini öğreniyoruz. (Kaan Kangal, adgy)

Mao Zedung önderliğinde Çin’de ise ekoloji ve çevre mücadelesi, Mao Zedung’un 10 Büyük İlişki (1974) başlıklı önemli konuşmasında dile getirdiği “Çin’in somut gerçekliği” ışığında “dengeli gelişme” yaklaşımı ile alınmıştır. Bu yaklaşım, “kentsel ve kırsal gelişmeyi, bölgeler arası gelişmeyi, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi, insan ve doğa arasındaki ilişkileri ve ulusal gelişme ile dış dünyaya doğru açılmayı dengeleme” üzerine kurulmuştur.

Sonuç olarak Marksizm’in kurucularında ekoloji ve çevre meseleleri önemli bir yerde durmaktadır. Marks ve Engels’in çalışmalarında kendi çağdaşlarının çok azında yer bulan, ekoloji sorunları ve doğanın sömürülmesine değinmişlerdir.

Buradan hareketle Marks ve Engels, ekoloji sorunlarını vurguladıkları yerde, bu sorunların çözümünü komünizmde görmüşler, komünizmin kaçınılmaz olduğu gerçekliğini bir de bu noktadan ileriye sürmüşlerdir. Onlara göre kapitalizm kendisine içkin çelişkilerin yoğunluğu ve keskinliği nedeniyle ve sistemin mezar kazıcıları olan proletaryanın hareketiyle yok olmaya mahkumdur.

Bu nedenle çağlarının koşullarının çok çok ötesinde bir şekilde ekolojik sorunların farkında olan Marks ve Engels bu konuyu gelecek komünist toplumla ilişkilendirme eğiliminde olmuşlardır. Dolayısıyla Marks ve Engels’in ekolojik analizleri, kapitalizmi sona götürecek koşulları belirledikleri çalışmalarından daha çok komünist toplumun programı olan çalışmalarında düşünülmüştür.

Marks ve Engels’ten sonra ilk kez sosyalizm deneyimine girişen V.İ.Lenin, J.Stalin ve M.Zedung’un farkı ise pratikte ekoloji sorunları ile ilgilenmek zorunda kalmaları olmuştur. Proletarya diktatörlüğü altında devrimi sürdürme ve sosyalizm deneyimlerinin aynı zamanda ekoloji çalışmaları konusunda incelenmesi ve dersler çıkarılması gerekmektedir. Bu ders ve deneyimler gelecekteki proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm deneyim açısından yararlı olacağı kadar, MLM’nin ekoloji sorunları konusunda daha da bilinçlenmesine hizmet edecektir.

 

Yok oluşa karşı sınıf mücadelesi

Kapitalizmin aşır kâr hırsı ve sömürüsü beraberinde ekolojik dengeyi bozarken, gezegeni yok oluşa sürüklüyor, tüm canlıların yaşamını doğrudan tehdit ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporu da insanlığı tehdit eden 10 sorunun başında iklim değişimi ile hava kirliliğinin geldiğine dikkat çekiyor. (“İnsanlık Tehdit Altında”, Yeni Yaşam, 22.09.2019, s.12.)

Son on yıllarda ekoloji mücadelesinde ön plana çıkan küresel ısınma ve bunun doğrudan sonucu olarak iklim değişikliğidir. Dünyanın ısısının, Sanayi Devrimi’nin başladığı 1850 yılındakinden 1 derece daha fazla olduğu ve her on yılda 0.2 derece arttığı belirtilmektedir. (Cihangir Dumanlı, “İklim Değişikliği Ulusal Güvenlik Sorunudur”, Cumhuriyet, 17.12.2021, s. 2) Nature ve Nature Geoscience’ta yayımlanan çalışmalar sıcaklık değişimlerinin, hız ve yaygınlık bakımından son 2 bin yılda yaşanan en büyük iklim değişikliği olduğunu gösteriyor. (“2 Bin Yılın En Şiddetli Küresel Isınması”, Cumhuriyet, 21.09.2019, s. 8)

Dünya genelinde 2015-2021 yılları “en sıcak yıllar” olarak kayıtlara geçerken geçen yıl küresel ortalama sıcaklık 1991-2020 referans dönemi sıcaklığının 0.3 derece üzerinde gerçekleşti. AB uydu sisteminden alınan yeni verilere göre son yedi yıl kaydedilen en sıcak yıl olmuş durumdadır. (10.01.22, https://www.bbc. com/news/science-environment-59915690)

İngiltere’de muhafazakâr Chatham House’un 16 sayfalık “İklim Değişikliği Değerlendirme” raporunda Paris İklim Anlaşması’nın koyduğu 1.5 °C’lik sınırın altında kalma olasılığı bugünkü koşullarda yalnızca yüzde 1 olduğu ifade edilmektedir. Yaşamın artık düzeltilemez düzeyde cehenneme dönmeye başlayacağı 2.7 °C’lik sınırın altına kalma olasılığıysa yalnızca yüzde 5 olarak ifade edilmektedir. Rapor, eğer karbondioksit üretimi bugünkü düzeyde artmaya devam ederse sıcaklık artışı 2050’ye kadar 7 °C’ye ulaşabilir uyarısında bulunmaktadır. Bir “orta yol” senaryo üzerinde duran rapor, 2040-2050’ye kadar artış 2.7 °C altında kalsa bile orman yangınlarının yüzde 800 artmasını, 2040’a gelirken her yıl 3.9 milyar insanın aşırı sıcak dalgadan etkilenmesini, dünyanın ekmek teknesi olarak görülen üç tahıl havzasında aynı anda ürün kaybının gerçekleşme şansının yüzde 50 artmasını bekliyor. (Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Kapitalizm Doğa Kırımıdır”)

Son süreçte koronovirüs salgını nedeniyle yaşanan ölümlere iklim değişikliği nedeniyle yaşanan can kayıpları da eklenmiş durumdadır. Dünya Meteoroloji Örgütü’ne (WMO) göre iklim değişikliğinin yol açtığı doğal felaketlerin sayısı 50 yılda beş kat artarak 2 milyondan fazla insanın hayatını kaybetmesine neden olduğu belirtilmektedir. (BM: İklim Krizinin Yol Açtığı Afetler Son 50 Yılda Beş Kat Arttı; 2 Milyon Kişi Yaşamını Yitirdi”, 2 Eylül 2021, https://www.gazetepatika15.com/bm-iklim-krizinin-yol-actigi-afetler-son-50-yilda-bes-kat-artti-2-milyon-kisi-yasamini-yitirdi-96867.html)

66 ülkeden 234 bilim insanının beş yıl süren çalışması ile hazırlanan “BM İklim Raporu”nda şu tespitler yapılmaktadır: İtalya bilinen tüm dönemlerin en sıcak gününü yaşadı 48.8 derece… Almanya’da hiç görülmemiş su baskınlarında 160 kişi yaşamını kaybetti… Sibirya ormanları yanıyor… Cezayir’de yangınlar arttı; söndürme çalışmalarında ordu mensubu 65 kişi yaşamını yitirdi… Kanada ormanları yanıyor ve Kanada hükümetinin bu yangınları söndürmeye gücü yetmiyor; yüzlerce kişi sıcaklardan yaşamını kaybetti… ABD’de Kaliforniya’da yangınları çoğaldı. Su, ormanlardan daha değerli hale geldi… Sıcak mevsimler uzayacak soğuk mevsimler kısalacak. Üretici yüzde 60 zarara uğrayacak. (Orhan Ayber, “İklim Değişikliği: Ne Yapmalıyız?”, Cumhuriyet, 26.08.2021, s.2 Aktaran Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Kapitalizm Doğa Kırımıdır”)

Kapitalizm sadece kendi mezar kazıcısını yaratmıyor aynı zamanda toptan bir ölüme doğru koşar adım gidiyor. Ki bu tehlikeye Marksizm’in kurucuları tarafından işaret edilmişti: “Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 1965, s. 480-482)

Emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelinen aşamada kapitalizm sadece toprağı mahvetmekle kalmıyor, bir bütün gezegeni toptan yok oluşa sürüklüyor. Yaşanan gerçeklik “kapitalist sistemle-ekolojik sistem arasındaki çelişki”nin giderek keskinleşmesine ve sertleşmesine neden olmaktadır. BM İnsan Hakları ve Yoksulluk Raportörü Philip Alston, küresel ısınmanın temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasına vereceği zararın demokrasiyi (kastettiği elbette burjuva demokrasisidir) tehlikeye atacağına, sınıfsal ayrışmayı artıracağına dikkat çekmekte ve “Yoksul bölgeler karbon salınımının sadece yüzde 10’unu gerçekleştirdiği hâlde krizin yükünün yüzde 75’ini sırtlayacak” ifadelerini kullanmaktadır. (Dilek Yeğin, “İklim Krizi İnsan Haklarını da Tehdit Ediyor”, Birgün, 26 Haziran 2019, s. 14)

Ülkemizde ise bu dünya çapında yaşanan iklim değişikliğinin sonuçları olarak orman yangınları ve sel felaketlerinde artış yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Öte yandan sürecin Türk hakim sınıfları eliyle doğa ve çevreye yönelik tam bir talan ve yağma eşliğinde sürdürülmesi beraberinde özellikle kendi yaşam alanlarına sahip çıkan köylülüğün direnişler içine girmesine neden oldu. Bu durum beraberinde bu çelişkinin önemine dair belli bir bilinçlenmeye neden olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu