GüncelMakaleler

ANALİZ | İşçi Sınıfının Devrimciliğinin Nesnelliği-2

"Kemalizm’i aklamaya çalışan liberaller ve kimi, küçük burjuva “sol”cular, yanıbaşında kurulan SSCB’yi ise görmezden geldiler. SSCB’de, tüm emperyalistlerin saldırı ve işgaline rağmen, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin özgürlüklerin gerçekleştirildiği bir devletti."

Marks ve Engels’in tarihsel materyalist kuramı, dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Onlar, toplumların değişimlerini, toplumların tarihsel gelişmişliği içinde ele almış ve kapitalist toplumunda aynı şekilde bir başka topluma, ancak bunu kendi içinde çıkacak olan komünist toplumun nüvelerini değiştireceğini, sınıf olarak da bunu işçi sınıfının başarabileceğini bilimsel bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Topluma egemen olan sınıflar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarı olarak öne çıkarır ve her geçen gün egemenliğini pekiştirerek, toplumun kendi çıkarları için çalışmasını sağlar ya da sağlamaya çalışır. Egemen olduğu toplumsal sistem yıkıldığında toplumun bütün üyelerinin felakete uğrayacağını ileri sürer. Bunu ideolojik ve siyasal olarak besler. Ancak, bunun karşısında toplumsal sistem altında ezilen geniş bir kesimi de beraberinde yaratır ve süreç içinde iktidarı elinde bulunduran sınıfsal erk ile bu erkin baskısı altında yaşayan geniş kesimler arasında çatışma başlar. İçinde yer aldıkları egemen toplumsal sisteme karşı baş kaldıranların, bu toplumsal sistemde kendi lehlerine köklü değişiklikler yaratabilmek için, eski köhnemiş toplumsal sistemi yıkmak zorundadırlar. Başka türlü egemen sınıfı yıkıp yerine kendi egemenliklerini ve kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir toplumsal sistem yaratamazlar.

Bütün toplumsal sistemlerin altüst oluşları böyle olmuştur ve kapitalizmden sosyalizme geçişte de böyle olacaktır.

Revizyonist ve reformistler, Marks ve Engels’i direkt eleştirme yerine, daha çok, onların görüşlerini çarpıtma, tahrif etme ve onlar adına yalan söylemeye kadar işi vardırıyorlar.

Buraya, Marx ve Engels’in “Alman İdeolojisi” adlı eserden uzun bir alıntı aktaralım.

Geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, ensonu bize şu sonuçları da verir:

Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makineler ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişki araçları doğar, ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak kazançlarından yaralanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan dışlanmış, ve zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf, toplum üyelerinin çoğunluğunu meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır.” (ME, Alman İdeolojisi, Feurbach, s. 61-62, Sol Yayınları 1992, Çeviri; Sevim Belli)

Burada söylenenler çok açık. Hiçbir çarpıtmaya meydan vermeyecek kadar açık bir çözümleme. Bütün toplumsal gelişmelerde ve değişimler toplumun sahip olduğu üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak değişim göstermemişlerdir. Tersine, toplumsal değişimlerin temelinde üretici güçler ile toplumun o an sahip olduğu üretim ilişkileri arasındaki çelişmeden ve bunların çatışmasından kaynaklanmıştır. Kapitalist toplumda da üretici güçler içinde yer alan işçi sınıfı, artık, kapitalist toplumu ilerletici bir nitelikten çıkıp, onu yıkıcı bir niteliğe, kapitalizmin belli bir gelişmişlik düzeyinden sonra varmıştır. Burjuvazi, işçi sınıfını, kendisi için artı-değer üreten bir üretim aracı haline getirmesine karşılık, onun için aynı zamanda yıkıcı sınıfsal bir güç odağı haline gelmesini de beraberinde yaratmıştır. Burjuvazi, nasıl ki, feodal aristokrasinin toplumsal tarih sahnesindeki yıkıcı bir unsuru olmuşsa, şimdi de işçi sınıfı burjuvazinin toplumsal tarih sahnesindeki yok edici devrimci unsuru olmuştur, burjuvaziden bir farkla, işçi sınıfı, kendisi de dahil bütün sınıfları yok oluşunun koşullarını da hazırlamıştır. İşçi sınıfının ortaya çıkışına kadar, toplumsal hiçbir sınıfta olmayan tarihsel devrimci rolü kapitalizm yaratmış ve bunu da kapitalist toplumun bir üyesi olan işçi sınıfı, üretim içindeki yerinin kendisine dayattığı ve niyetlerden bağımsız nesnel bir zorunluluk olarak üstlenmiştir.

Daha önceki toplumsal sistemlerde, hiçbir muhalif sınıf işçi sınıfı gibi devrimci bir sınıf olamazdı. Çünkü önceki toplumlarda ezilen sınıflar sanayi ürünü değildi. Diğer yandan, köleci ya da feodal toplumdan komünizme geçilemezdi. Özel mülkiyet, ancak, büyük sanayinin büyüyüp gelişmesi sonucu kaldırılabilirdi. Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla sınıfların da kendiliğinden sönmesi mümkün olabilirdi, daha önce değil.

Reformist ve revizyonistler, işçi sınıfı önderliğinde devrimi boğmak, işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaştırmak için “yeni” teoriler üretiyorlar. Proletaryanın karakter değiştirmesinden tutunda, burjuvazinin de sınıfsal bir karakter değiştirdiğine kadar işi vardırmışlardır. Sınıflar mücadelesi tarihinde devrimci mücadele karşısında her zaman karşı-devrimci mücadele de olmuştur. Biri varken diğeri de vardır. Bu zıtların birliği ve mücadelesi diyalektik ilkesinin kendisidir. Topluma egemen olan sınıf, kendi çıkarları gereği, egemenliği altındaki sınıflara baskı uygular. Özellikle kendi alternatifi gördüğü sınıfa karşı bütün şiddetini gösterir. Burjuvazi de işçi sınıfına karşı tüm iktidar şiddetini kullanmaktadır. İktidarı elinde bulunduran sınıf salt zoru değil, bunun yanında ideolojik ve siyasal egemenliğini de ezilen sınıfların bilincini karartmak, bulandırmak ve kendi iktidarına zarar vermeyecek şekilde manipüle etmeye ve böylece muhalif sınıf hareketini de bütünüyle elimine etmeye çalışır. İşte, revizyonizm ve reformizm egemen sınıfların ideolojik ve siyasal bir baskı kolu olarak işçi ve emekçilere karşı kullanılır. Anti-Marksist akımlar, burjuvazinin işçi sınıfının mücadelesini manipüle etme araçları olarak görev yapar. Revizyonizm işçi sınıfına burjuvazi karşısında teslimiyeti önerir. Bunu direkt söylemez; teorik açıklamalar adı altında yapar ki, işçi sınıfı ya da işçi sınıfı militanları, bunların burjuvazinin yanında olduklarını görmeleri zorlaşsın. Ancak, “yeni”, “değişim” vb. sözcükler çıkarıldığında, geriye, “burjuvaziye teslim olun” sözcükleri kalır.

Revizyonist ve kendine “sol” diyen reformistler, burjuvaziye her şeyi layık görürler. İktidarın onların elinde olmasını, kitlelerin burjuvazi tarafından sömürülmesini “zorunlu” görürler ancak bu “zorunluluğun” kaldırılmasını ya da bir başka şey dönüştürülmesini ya da proletarya diktatörlüğüne dönüşmesini anti-bilimsel, zoraki vb. görürler. Burjuva diktatörlüğüne “demokrasi” derler, ancak, proletarya diktatörlüğünün ise “katlanılmaz bir rejim” olarak değerlendirirler. Çünkü, proletarya diktatörlüğü burjuva diktatörlüğü üzerine kurulmuş işçi sınıfı demokrasisidir. Proletarya diktatörlüğü altında burjuva sınıfı, sömürü, işçi sınıfı ve emekçilere baskı yoktur. Tersine, işçi sınıfının özgürlükçü iktidarını yıkmak isteyenlere baskı vardır.

Reformist entelektüellerimiz, “sol popülizm” dedikleri Marksistlerin; “işçi sınıfı her zaman haklıdır” dediklerini ileri sürebiliyorlar. Oysa bunlar, Nazım Hikmet’in ünlü şiirini bilmemezlik edemezler. “Akrep gibisin kardeşim”, “biraz da suç sende” dediklerini. Bu salt Nazım’ın eleştirisi değil, Marksistlerin kitlelere ve işçi sınıfına yaklaşımın bir şiirsel anlatımıdır. Lenin, “işçi sınıfına bilinç dışarıdan götürülür” önermesi, sınıfın her zaman haklılığından değil, bilinçsizliğinden yakınılır ve kitlelerin aydınlatılması istenir.

Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesi alkışlanır, haklı olarak devrimci görülür ancak proletaryanın, burjuva diktatörlüğünü yıkıp yerine proletarya diktatörlüğünü kurma mücadelesi ve hedefi “yanlış”, “çağ dışı” ve de “zorlama” olarak değerlendirilir. Bunları savunanlar, elbette belli bir ideolojiden, burjuvazinin egemenlik ideolojisinden hareket ediyorlar. Biz komünistler ise bu anlayışları reddediyoruz. Ve bunun niyetler sorunu olmayıp, toplumların kaçınılmaz bir tarihi gelişmesinin gereği olarak değerlendiriyoruz.

“Belirli üretici güçlerden bazı koşullarda yararlanılabilinir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfın egemenliğini koşullandırır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci savaşım, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.” (ME, Alman İdeolojisi, Feurbach, s. 62, Sol Yayınları 1992) 

Doğanın fiziksel değişim ve gelişim yasaları varsa, toplumlarında değişim ve gelişim yasaları vardır. Bunları Marx ve Engels, Tarihsel Materyalizm adı altında ortaya koymuşlardır. Burjuvazi ve onun kalemşorları, kapitalist topluma kadar olan toplumsal gelişmeleri kabul ederken, kapitalist toplumu, kendisine kadar olan toplumların gelişim ve değişim tarihinin dışında tutuyorlar. O güne kadar olan tarih, burjuvaziyle beraber “tarih oldu” diyorlar. “Tarihin sonu” dedikleri de budur. Tarihi kendileriyle beraber sonlandırıyorlar. Birikim dergisi ve diğer revizyonistler de burjuvazinin “tarihin sonu” hikayesine bizleri yani işçi sınıfını inandırmaya çalışıyorlar. Toplumlar tarihi kapitalizmle beraber sona eriyor. Demek istedikleri tam da bu. Oysa Marx ve Engels, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi sorunu bilimsel olarak ele alıyorlar ve toplumlar tarihinin sınırı kapitalizmle sonlanmayacağını, tersine insanlık varolduğu sürece toplumsal sistemlerinde değişerek ilerleyeceğini bilimsel bir şekilde ortaya koyuyorlar.

İşçi sınıfının gericileşen bir toplumsal sisteme karşı devrimciliği, bu gerici toplumun egemenlerine karşı mücadeleye önderlik edebilecek hem nicel hem de nitel anlamda tek toplumsal sınıf olmasından ileri geliyor. Burjuvazi ile proletarya dışında toplumdaki diğer ara sınıfların yok olması ya da egemen burjuvaziye karşı mücadele edecek durumda olamamaları, işçi sınıfının ise üretim araçlarına sahip olmadan toplumun en kalabalık toplumsal üretimde bulunan kesimi oluşturması ve toplumsal üretimin toplumsal üleşimi koşullaması nedeniyle, burjuvaziyi yıkacak ve kendisi de dahil tüm toplumsal sınıfların ortadan kalkmasını sağlayacak yeni ve daha ileri toplumsal bir sitemi kurabilecek bir güce sahip olması, onu toplumun en devrimci sınıf kılan temel etmenlerin başında gelir.

Burjuvaziye karşı devrimci savaşımı, kapitalist sistem var olduğu günden beri işçi sınıf vermektedir. Diğer toplumsal ara sınıf ya da katmanlar ise ya burjuvaziden yana tavır almışlardır ya da işçi sınıfından. Kendi başlarına burjuvaziye karşı bir iktidar savaşımı vermedikleri gibi üretimdeki yerleri nedeniyle, böyle bir toplumsal niteliğe de sahip değillerdir. Topluma egemen olan sınıfın örgütlü zor (ordusu, bürokrasisi, polisi, mahkemeleri vb. ile devlet) gücüne karşı tüm muhalif kesimleri peşinden sürükleyip sonuna kadar mücadele edebilecek olan işçi sınıfından başkası değildir. Başka bir güç ne burjuvaziye karşı savaşabilir ne de diğer ezilenleri peşinden sürükleyip eski köhnemiş sistemi yıkıp, yerine daha ileri (üretici güçlere karşılık gelen) yeni bir sistem kurabilir.

Her geçen gün mülksüzleştirilerek eriyen köylülük ya da şehir küçük burjuvazisi, burjuvaziye karşı savaşımı sonuna kadar götürebilecek bir sınıfsal niteliğe sahip değillerdir. Bunlar, hem küçük mülk sahibi olmaları nedeniyle hem de kapitalist toplumda yok olan sınıflar olarak, nicel anlamda da güçlü bir toplumsal sınıflar değillerdir. Kapitalist sistemin iki ana sınıfı olarak burjuvazi ve proletarya vardır. Diğerleri, bunlardan kâh birinin kâh ötekinin yanında saf tutarlar. Köylülüğün güçlü olması proleter mücadeleyi kısmen zayıflatıcı bir özellik taşısa da, bu işçi sınıfının mücadelesini belirleyici bir nitelik olmaktan uzaktır. İşçi sınıfı köylülüğü de kazanacak doğru bir politika ile burjuvaziye karşı mücadeleyi sürdürme yetisine ve örgütlülüğüne (en azından potansiyel olarak) sahiptir. İşçi sınıfının gücü örgütlendiğinde ve sınıf bilincini asgari ölçüde de olsa aldığında burjuvazi karşısında yenilmez bir güç haline gelir.

Reformistler ve revizyonistler işçi sınıfının bu devrimci niteliğini ya küçümsüyorlar ya da görmezden geliyorlar. Burjuvaziyi yenilmez olarak görüyorlar. Bir zamanlar feodal aristokrasi de kendini yenilmez olarak görüyordu. Tarih, onların yanıldığını kanıtladı.

Söz konusu ‘sınıfa tam güven’ kılığındaki tutum, tam aksine, işçi ve emekçi yığınların sosyalizme bağlılıkları ve özellikle de “kurucu” nitelikleri konusunda gayet güçlü bir yetersizlik tespitine dayanır. Bahsettiğimiz tabunun içeriği tamı tamına budur. Geleneksel sosyalizm bu yetersizlik, eksiklik tespitini, parti veya ‘hareket’in ululaştırılmasıyla sıkı sıkıya örter.” (Ö.Laçiner, agy, Birikim sayı: 261, açÖG)

Bu alıntıda da görüldüğü gibi, Birikim’in yönetmenliğini de yapmış bay, Marksistlere, “işçi sınıfına siz de güvenmiyorsunuz” demek istiyor.  Komünistlerin sınıfa güvenmesini “tabu” olarak adlandırmaktan çekinmiyor. Kendisinin işçi sınıfından bir beklentisi olmadığı çok açık. Beklentisi, burjuvazinin insafa gelip kapitalizmi biraz reformize etmesidir. Yani vahşi yanlarını kısmen de olsa törpülemesi…

İşçi sınıfından ise ne devrim ne de sosyalizmi kurmasını bekliyor. İşçi sınıfının sınıfsal olarak böyle bir niteliğinin olmadığını açıkça belirtiyor. İşçi sınıfına karşı olumsuz kararlığını aynı şekilde burjuvaziye göstermiyor. Aynı hırçınlığı, aynı küçümsemeyi burjuvaziye göstermeye kıyamıyor. Aksi taktirde, sermayenin gazete köşeleri, TV ekranları kendisinden “sol adına” konuşması esirgenir. Bu nedenle de mümkün oldukça işçi sınıfının sınıf mücadelesini ve devrimi savunanlara karşı hırçın duruyor. İşçi sınıfına dişlerini gösterirken, sermayeye ise gülücükler dağıtıyor. Bilgisiz, cahil, baldırıçıplak, kitap okumaz, siyaset bilmez, kültürsüz vb. vb. işçilerden devrim mi olur!!! Aynen böyle düşünüyorlar.  Oysa, tarihi değiştiren hep bu baldırı çıplaklar oldu. Entelektüellerde onların tarihi üzerine kitap yazdılar. Dil ucuyla burjuvaziyi “itidale” davet eden eleştirimsel yazıları yazabiliyorlarsa, bunu, işçi sınıfının ve emekçilerin sınıf mücadelelerine borçlu olduklarını nasıl da görmezden ve de bilmezden geliyorlar… Ve açıktan belirtmek gerekiyor ki; işçi sınıfının mücadelesi olmadan, bırakın burjuva demokrasisini, onun kırıntılarından söz dahi edilemez. Burjuva diktatörlüklerindeki demokratik hak ve özgürlüklerin sınırını, işçi sınıfının bu uğurdaki mücadelesi belirler.

İşçi sınıfına “elveda” diyenler, elbette, tarihi tersten, yani, burjuva penceresinden okumalarından kaynaklanıyor. Oysa, İşçi sınıfı kendini sınıf olarak da kanıtlamıştır. 1871’de Paris Komünü, 1917’de Rus Devrimi ve 1949’da Çin Devrimi’ni ve daha birçok ülkede devrimi gerçekleştirerek, devrimciliğini kanıtlamıştır. Devrimin gerçekleştiği ülkelerde, devrimin yenilmesi, tekrar karşı-devrimin, yani burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi, sorunun özünü değiştirmediği gibi, işçi sınıfının sınıfsal karakterinin değiştiği anlamına da gelmiyor. Bu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, etrafı kapitalist ülkelerle çevrili sosyalist bir ülkede, işçi sınıfının izleyeceği taktiklerle doğrudan ilgili bir sorundur. (Bitti)

https://ozgurgelecek45.net/analiz-isci-sinifinin-devrimciliginin-nesnelligi-1/

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu