DerlediklerimizGüncel

ALGÜL ALMUTLU | Behzat Firik: Bıra, bıra, ez tere moron bıra*

İki kişi kolundan iki kişi ayağından tutup karga tulumba yaklaşırlar ateşe. Ama ateş o kadar büyük, o kadar güçlüdür ki, Behzat’ın ayakları ile birlikte askerlerin elini de yutmakta.

Üşür Ölüm Bile
Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle

(Ülkü Tamer)

 1974 yılında, Ülkü Tamer’in  “Sıragöller” isimli şiir kitabı yayımlandığında ne kitaptan haberi vardı, ne de içindeki şiirleri duymuşluğu. Kitabı baştan sona okusa ne olacaktı ki, hiç aklına gelir miydi bir gün, kendi adının bu kitapta yer alan “Üşür Ölüm Bile” şiiri ile özdeşleşeceği. O zamanlar henüz ilkokul sıralarında, ya “Yerli Malı Haftası”nı kutluyordu ya da “daha dün annemizin kollarında yaşarkan” okul şarkısını öğrenmekle meşguldü. Anadili Türkçe olmadığı için baştan zorlanmıştı biraz, ama zeki çocuktu; sonuçta almıştı ilkokul diplomasını. Ortaokul, lise derken üniversiteye bile girebilmişti: Ailenin medarı iftiharı idi O.

1963 yılında Dersim’in Ovacık-Hozat sınır bölgesinde yer alan Hülükuşağı köyünde doğmuştu. Okul dışında kalan zamanını ailesinin günlük işlerinde yardım etmekle harcardı.

Yörenin en ünlü, en saygın ailelerinden birinin çocuğu, Firik Dede’nin oğluydu O. Kırmanç cemaatleri içinde pişen, “ocak” kültürünün deryalarından beslenen, genç yaşta İnsan-ı Kâmil’in sırrına eren, sazı ayrı sözü ayrı güzel Firik Dede’nin oğlu.

Çocukluğu babasından dinlediği “Hızır Cemi” öyküleriyle geçmişti. O doğmadan çok önce, Dersim Tertelesi’nden bile önce, dedesiyle birlikte “Hızır Cemi” tutmasıyla ünlüydü. Aslen Ovacıklı olup Devreş Cemal Ocağı’na bağlı olan babası; Alevi geleneğine, öğretisine, ritüellerine göre yaşayan ve bu öğretiyi de şiirleriyle, sözleriyle yaşatmaya çalışan bir bilge. Ama yasaklanıvermişti işte 1926 yılında çıkarılan “Tekke ve Zaviyeler” yasasıyla. Halbuki ne ilgisi vardı onların “Hızır Cemleri”nin tarikatlar, şeyhler ve üfürükçülerle. Bu nedenle defalarca gözaltına alınmış, tehdit ve baskılara rağmen “yol”undan hiç vazgeçmemişti.

Onu en çok etkileyen “Cila’nın hikâyesi” idi; babasının amcası, dönemin Hozat Zankirek muhtarı “Cila’nın hikâyesi”. İçi ürpererek dinlerdi her defasında.

Firik Dede’nin, “Hızır Cemi” nedeniyle güvenlik güçlerince her yerde arandığı, ancak hiçbir yerde bulunamadığı dönemdir. Sırra kadem basmıştır adeta, nereye gitseler, kime sorsalar ne kendisine rastlarlar ne de en küçük bir ipucu elde ederler gizlendiği yer hakkında. Amcasına giderler sonunda, yeğenini kendilerine teslim etmesini, yoksa hayatıyla ödeyeceği ihtarını ederler. “Bilmiyorum” der de başka bir şey demez amca son söz yerine; sadece onu değil, çoluk çocuk hepsini kurşuna dizerler köylülerin önünde.

Haberi alınca, gizlendiği yer dar gelir Firik Bave’ye, ne aranması umurundadır artık ne de yakalanırsa başına gelecekler. Derin bir üzüntü ile koşar Zankirek köyüne; geriye kalan olduysa eğer bu katliamdan, ona kol kanat germeye. Ama nafile, yengesinin kardeşinden başka kimseyi bulamaz evde. O köye girerken haber uçurulmuştur bile Peyik Karakolu’na; daha amcasının konağında ağlayıp döğünürken gelirler onu gözaltına almaya.

Çok sonraları “Basımıza geleni sorma oğul, bir karanlık dönemdi. Harami sofralarında yer kapma yarışına girdiğimiz gün zaten kaybetmiştik her şeyi. Cellada kılavuz olma halimizi evliyalarımız da kabul etmemişti. Kabul etmediği içindir ki bize ‘gidin ne haliniz varsa görün’ demişlerdi… Bil ki oğul, bütün karanlıklar kötüdür, ömrüm boyunca şafağa secde etmem bu sebepledir” diye başlayacaktı anlatmaya o dönemleri.

“Ser verip sır vermeyen yiğit”

Bir isim daha çalınmaya başlar kulağına, biraz daha büyüdüğünde: İbrahim Kaypakkaya. Fısıltıyla konuşmaktadır büyükleri, kulaktan kulağa yayılmaktadır hikâyesi. Öğrenciymiş, okusaymış büyük adam olup büyük işler yaparmış, ama o TKP-ML’yi (Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist) kurup Dersim’e gelmiş. Partinin önderliğinde, TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) komutasında Halk Savaşı’nı başlatacak, şehirleri kırlardan kuşatarak iktidarı parça parça alacakmış. Başında kasketi, ayağında lastik ayakkabılarıyla hiç farkı yokmuş onlardan, bir tek konuşmaya başlayınca anlaşılıyormuş bilgeliği.

Kısa sürede sevilip sayılmış yöre halkınca, ama nasıl başa çıkacak ardındaki koskoca orduyla. İşte şurada, yanıbaşlarında, Vartinik’te, Mirik Mezrası’nda baskın yemişler arkadaşlarıyla, Ali Haydar Yıldız yanıbaşında can vermiş olay yerinde, yaralarına bakıp da öldü sanmışlar onu da, öylece karlar üzerinde bırakıp, düşmüşler diğerlerinin peşine. Yaralı halde sığındığı bir köyde ihbar sonucu yakalanmış.

Çıplak ayakla karlı yollarda yürütmüşler ta merkeze kadar. Götürüldüğü Diyarbakır zindanında tek söz etmemiş, ne köylüler ne de arkadaşları aleyhine, üç ay süren kanlı işkenceler sonunda “ser verip sır vermeyen yiğit” olarak adını yazmış tarihe.

O kadar yer etmiş ki yöre halkının belleğinde, efsane gibi kulaktan kulağa anlatılıp durulmuş; adına türküler yakılmış, marşlar söylenmiş. Tüm yöre çocukları gibi, Behzat da bu marşları söyleye söyleye büyümüş.

Lise sıralarındayken yeniden duymaya başlar İbrahim Kaypakkaya adını. Dağlarında yine bir hareketlilik vardır ve köylere propaganda için gelen bu silahlı gençler kendilerini TKP/ML TİKKO gerillaları olarak tanıtmaktadırlar. O günden sonra ne Hızır Cemi’ndedir onun gönlü ne sazda, sözde, lokmada; bütün yöre halkının “bizim çocuklar” diye bağrına bastıkları gençlere dikmiştir artık gözünü.

Nazım’ın dizelerinin içinden geçer gibidir adeta yaşamı.  “Ben sadece ölen babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim ve bir kavganın adsız neferiyim.” Henüz Firik Dede sağdır o dönemde, ama Behzat babasından bir adım öne çıkıp en güzel dünya için yürütülen kavganın sıra neferi olma yolunda hızla ilerlemektedir.

Gerçekten de yöre halkının çocuklarıdır Behzat’ın onlar gibi olabilmek için yanıp tutuştuğu bu gençler; içlerinde muhakkak ya bir evlatları ya da uzak yakın bir akrabaları en kötü ihtimalle bir köylüleri ya da bir tanıdıkları vardır. Bu nedenle ellerinden gelen yardımı canı gönülden yapmakta; yemeklerini, aslarını, olanaklarını paylaşmaktaydılar.

Ama hiçbirisinin yardımı Behzat’ın yaptıklarıyla kıyaslanamazdı. Hele de bölgeyi kasıp kavuran 12 Eylül 1980’den sonra.

“Alın şunu gidelim”

Korkunç bir terör estiriliyordu yörede güvenlik güçlerince. Koskoca bir bölge işkence tezgahına dönüştürülmüş, istedikleri kadar istedikleri kötülüğü yapıyorlardı açıkca. Hiçbir ölçüleri, hiçbir tabuları yoktu. Toplu dayak törenleri yapılıyordu hemen hemen her köyde.

Yediden yetmişe, herkesin bir meydanda toplanıp, topluca dövülmesine verilen addı bu. Hamile kadınların çocukları düşürdüğü söyleniyordu, erkeklerden kan işeyenler vardı. “Silahlarınızı teslim edin” deniliyordu, “gerilla ile ilişkinizi kesin, yerlerini gösterin bize” diye böğürüyorlardı her gittikleri yerde.

Hele içlerinde bir Kulaksız Yüzbaşı vardı ki. İnsan değil Diyarbakır Zindanı’nın celladı Esat Oktay Yıldıran’ın ruh ikiziydi sanki. O kadar benziyorlardı ki birbirlerine, ölümleri bile aynı oldu. Birisi “Sana Diyarbakır zindanından Laz Kemal’in selamını getirdim” diye  cezalandırıldılmıştı, diğeri de Behzat Firik’in selâmıyla uğurlanmıştı. Kamuoyu vicdanını rahatlatan nadir cezalandırmalardandı ikisi de.

Bir yıldır terör estiriyordu yörede Kulaksız, astığı astık, kestiği kestikti. Estirdiği bütün teröre rağmen ne gerillaya ulaşabiliyor ne de öldürücü bir baskın gerçekleştirebiliyordu; içi içini yiyordu aylardır. Kimileri 1938 isyanında dedesini kaybetmesine bağlıyordu böyle agressif oluşunu kimileri kulaksızlığına. Küçücük bir  kulak memesi dışında koskoca bir boşluk vardı sol kulağının olması gereken yerde.

Belki de bu nedenle soruyordu karşısında elleri arkadan kelepçeli Behzat’a “siz köpeklerin kulaklarını neden kesiyorsunuz” diye.

Niye kesilir ki köy yerinde köpeklerin kulakları, kavga ederken kulaklarını kaptırıp koparmasınlar diye. Behzat, aldık başımıza belâyı der gibi öfkeyle bakıyordu yüzbaşıya.

Daha birkaç saat önce evinde; annesi, babası, abisi ve kız kardeşiyle güzel bir kahvaltı sofrasında ne kadar mutlu idi halbûki.

Yanında askerleri olduğu halde, kendinden emin bir şekilde girmişti eve yüzbaşı. Tek tek kimlik kontrolü yapmış, evi didik didik arattıktan sonra “alın şunu gidelim” demişti Behzat’ı göstererek.

Yay gibi fırlamıştı Behzat’ın abisi yerinden, “olur mu komutanım, buraları iyi bilmez benim kardeşim, ben geleyim sizinle, beni alın, onun yerine.”

“Hadi bakalım, istiyorsan gel sen de.”

İkisini de bindirmişlerdi cemseye anne babasının endişeli gözleri önünde.

Hayret, işkence merkezi olarak kullanılan tugay yönünde ilerlemiyordu cemse, Munzur Dağları’na doğru yönelmişti. O ana kadar sakinliğini koruyan Behzat azıcık tedirginleşip hızla düşünmeye baslamıştı; kendisinden başka kim biliyordu ki gerilla barınağının yerini? Yoksa biri mi görmüştü geçen hafta katırla malzeme taşırken kendisini? Hiç rahat değildi içi.

Öyle bir yerde durdu ki cemse, artık hiç şüphesi kalmamıştı, kesin öğrenmişlerdi barınağın yerini? Ama niye hafiften alıyordu büyük bir ağacın altında durup etrafı kolaçan eden yüzbaşı. Askerleri kuru odun toplamaya da göndermişti, neydi acaba amacı?

Bağladılar ağaca…

Görünmüyorlardı ama, tam karşılarındaydı yoldaşları. Büyük bir tedirginlikle izliyorlardı onlar da cemsenin hareketini sabahtan beri. Cemselerin Hülükuşağı köyüne yöneldiklerini gördüklerinde, içleri cız etmişti onların da; olsa olsa Behzat için gidiyorlardır oraya demişti komutanları.

Avucunun içi gibi biliyordu buraları ve o bulmuştu zaten sığınağın yerini; bütün ihtiyaç maddelerini taşımıştı tek tek, her şey hazırdı kış için, birkaç hafta sonra Behzat da girecektir zaten onlarla birlikte sığınağa. Hem güvenlikleri sağlanmış olacak, hem de Behzat, yoldaşları ile birlikte koskoca bir kışı okuyup tartışarak geçirecekti.

Kim bilir ne kadar geliştirecekti kendisini. Ah, sadece birkaç hafta sonra gelseydi bu Kulaksız Yüzbaşı.

Tam o sırada, üst üste dizdikleri odunların tam karşısına düşen ağaca bağlatmakla meşguldü Behzat’ın ağabeyini, Kulaksız Yüzbaşı.

Sonra da “soyun bunu” diye emretmişti askerlerine Behzat’ı göstererek. Üstünde sadece külotu kalana kadar soyup yeniden ters kelepçe taktılar.

“Sana son bir şans tanıyorum” diyerek başladı konuşmasına: “Bu bölgedeki terörist birliğin kuryesi sensin. Her ihtiyacını sen karşıladın. Unundan şekerine, kitabından kalemine kadar, tüm ihtiyaçlarını sen taşıdın. Kimbilir belki kışın barınağa da girecektin. Şimdi söyle bana, bizi barınağa götürecek misin, götürmeyecek misin?”

“Benim bildiğim bir barınak yok, ne barınak bilirim ne gerilla”

“Gerilla ha! Gerilla! Sokun bunu ateşe, önce ayaklarını!”

İki kişi kolundan iki kişi ayağından tutup karga tulumba yaklaşırlar ateşe. Ama ateş o kadar büyük, o kadar güçlüdür ki, Behzat’ın ayakları ile birlikte askerlerin elini de yutmakta. Çareyi, ateşten ucu kor haline gelmiş bir odunu alıp, yere bastırdıkları Behzat’ın ayaklarına basmakta bulurlar. Zaman yanık et kokusu ve çığlığa kesmiştir sanki.

Kardeşinin çığlıklarına karışmaktadır ağabeyinin çığlıkları da o sırada. Dayanamaz bayılmak ister bayılamaz, çıldırmak ister çıldıramaz. “Vay baba, vay dede, bu ne zulümdür” demektedir avazı çıktığınca, Zazaca. Bir dipçik darbesiyle kırıp çenesini onu da engellerler.

Acısını çığlık yapıp haykıramaz artık, ama çığlık çığlığadır bütün vücudu, acıya kesmiştir yüreği, eli, kolu, gövdesi, hatta sımsıkı bağlı olduğu ulu ağaç bile acıyla kıvranmaktadır artık. Hangi yürek dayanır ki yemyeşil bir taze fidanın her bir dalının kırıp böyle ateşlere atılıp dirhem dirhem yakılmasına. Neredesiniz kardeşler der, neredesiniz dağ taş, toprak ana, gökyüzü, neden gelmezsiniz yardımımıza? Keşke yarılsam da içime çeksem, alsam onu ellerinden, der toprak için için ağlarken. Bu ne zulumdür böyle bize yaşatılan, dehşetinden gözyaşlarım kurudu, keşke yağmur olup yağabilseydim yaktıkları cehennem ateşinin üzerine. Çat diye çatladı o sırada bulunduğu yamaçtan her şeye tanık olan kınalı kaya.

İşte şimdi de usturasını ısıtmakta, çıldırmak içten bile değil, boğazlayacaklar kardeşini göz göre göre. Boğazında değil, vücudunda gezinmeye başlar ustura. O anda çalınır kulağına iki çığlık arasında, kardeşinin Zazaca söylediği “abi, ben bir şey konuşmayacağım, sen de hiçbir şey konuşma sakın” diyen sesi.

Çaresizlikten iki gözü iki çeşme “Bıra, bıra, ez tere moron bıra” der sessizce. Kardeş kardeş, ben sana ölürüm kardeş!

“Size söyleyecek hiçbir şeyim yok benim”

Ellerini sokmaktadırlar ateşe askerler o sırada. Ortalığı saran keskin et kokusunu bastırmakta Behzat’ın çığlığı.

“Bak Behzat. Bana barınağın yerini gösterirsen seni hemen şimdi kendi cipimle göndereceğim hastahaneye.”

“Size söyleyecek hiçbir şeyim yok benim.”

“O zaman götürün bunu, hayalarını kırıp, dilini kesin öyle getirin karşıma.”

Öylece getirdiler karşısına.

“Çözün kelepçelerini!”

Çözdüler.

“Kaç” diye bağırdı sonra “kaçsana lan!”

“Kaçamaz komutanım, gücü yok.”

“Birisi arkadan itsin, birisi de ateş etsin o zaman!”

Pat. Pat. Pat…

Ağabeyine diker gözlerini sonra “Çözün şunu da, alsın götürsün kardeşinin leşini!”

10 Ekim 1981’de. Henüz 19 yaşında.

“Aha şuradalar” diyerek eliyle göstermesi bile yeterdi canını kurtarması için; o kadar yakınındaydı sığınaklarının.

Yoldaşlarını ele vermektense ölümü yeğledi o.

Öyle bir yeğleyişti ki,

Üşüdü ölüm bile…

*Mehmet Ali Eser’in, Kardelen Yayıncılık’tan çıkan Kırda Ateş Politik adlı eserinden faydalanılarak hazırlanmıştır.

(Sendika.org. 10 Ekim 2022)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu